Tükendi
Gelince Haber VerÖlümün eşiğinde bir masa var. Üç sandalye… ikisi dolu, biri ısrarla boş. O boşluk bazen Tanrı’nın bakışı, bazen vicdanın keskin sesi, bazen de hiçliğin soğuk susuşu. Selim, bir “kaza” diye geçiştirilen hayatının içinden çekilip bu odada yargılanmaya değil, çıplak bırakılmaya çağrılıyor: “Ölüm anında insanı kim yargılar?” Dostoyevski’nin karanlık merhametiyle Camus’nün güneş altında bile üşüten dürüstlüğü çarpışırken, okur bir mahkeme izlemiyor kendi içindeki mahkemenin kapısını aralıyor.
Bu kısa roman/uzun novella, teselli dağıtmıyor; sizi “haklı” seçmeye zorlamıyor. Onun yerine daha zor bir şey teklif ediyor: bedeli görmeyi. Gerekçelerin soyulduğu, soruların büyüdüğü, bir imzanın bir ömür ettiği yerde şu sızı kalıyor: Yargı bir ceza mıdır, yoksa kaçmayı bıraktığımız an başlayan bir uyanış mı? Son sayfayı kapattığınızda cevap almayacaksınız—ama içinizde, uzun süre susmayacak tek bir soru kalacak: Bakılmak mı daha ağır, bakmak mı… yoksa artık kimsenin bakmaması mı?