Londra Protokolü'nün red kararı, Rusya için bir savaş gerekçesi haline gelmiş ve 24 Nisan 1877’de savaş ilan edilerek 93 Harbi (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) başlamıştır. Kısa vadede Londra Protokolü, Osmanlı’nın diplomatik yalnızlığını derinleştirmiş, Balkanlar’daki Osmanlı hâkimiyetini zayıflatmış ve büyük toprak kayıplarının önünü açmıştır. Uzun vadede ise Ayastefanos ve Berlin Antlaşmalarına giden süreci başlatmış, Balkan milletlerinin bağımsızlık taleplerini hızlandırmıştır.
Londra Protokolü, 31 Mart 1877’de İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, İtalya ve Rusya tarafından imzalanan ve Osmanlı Devleti’ne sunulan diplomatik bir belgedir. İstanbul (Tersane) Konferansı’nın sonuçsuz kalmasının ardından hazırlanan bu protokol, Bosna-Hersek ve Bulgaristan’da reform yapılmasını, Karadağ ile barış sağlanmasını ve Osmanlı ordusunun azaltılmasını talep ediyordu.
Osmanlı Devleti ise protokoldeki talepleri kendi egemenliğine aykırı bulmuş; reformların yalnızca Hristiyanlara değil, Kanun-i Esasi çerçevesinde tüm halka yönelik olması gerektiğini savunmuştur. Ayrıca Karadağ ile zaten barış zemininin oluştuğu ve orduların dağıtılmasının Rusya’nın tavrına bağlı olduğu belirtilmiştir. Protokol 12 Nisan 1877’de resmen reddedilmiş ve bu durum Rusya için bir savaş gerekçesi olmuştur. Nitekim 24 Nisan 1877’de Rusya, Osmanlı’ya savaş ilan etmiş ve böylece 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı'nın önü açılmıştır.
Londra Protokolü’nün tarihteki önemi, Osmanlı-Rus ilişkilerinde kritik bir dönüm noktası oluşturmasıdır. İstanbul (Tersane) Konferansı’nın sonuçsuz kalmasının ardından imzalanan bu protokol, Osmanlı Devleti’nin iç işlerine uluslararası müdahalenin açık bir örneği olarak değerlendirilmiştir. Avrupa devletlerinin, Osmanlı’daki Hristiyan halklara yönelik reformları doğrudan şart koşması, devletin egemenliğini ve karar alma mekanizmalarını tartışmaya açmıştır.
Protokolün Osmanlı tarafından reddedilmesi, Rusya’nın diplomatik zeminde aradığı gerekçeyi oluşturmuş ve 24 Nisan 1877’de savaş ilanına yol açmıştır. Böylece 93 Harbi başlamış, Osmanlı Devleti askeri ve diplomatik açıdan büyük kayıplar yaşamıştır. Protokol, bir bakıma Osmanlı’nın uluslararası yalnızlığını ve güçler dengesindeki kırılganlığını da gözler önüne sermiştir.
Londra Protokolü, 31 Mart 1877 tarihinde imzalanmıştır. Bu tarih, Osmanlı Devleti ile Avrupa devletleri arasında Balkan bunalımının çözümüne yönelik yapılan diplomatik girişimlerin bir sonucudur. İstanbul (Tersane) Konferansı’nın başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından, İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, İtalya ve Rusya'nın katılımıyla Londra’da imzalanan bu protokol, Osmanlı topraklarındaki Hristiyan halklara yönelik reform taleplerini ve siyasi düzenlemeleri içeren bir belge olarak tarihe geçmiştir.
Londra Protokolü, 31 Mart 1877 tarihinde İngiltere’nin başkenti Londra’da imzalanmıştır. Londra, dönemin diplomatik merkezi olarak birçok uluslararası görüşmeye ev sahipliği yapmıştır.
Londra Protokolü’nün yapılmasına neden olan sebepler, 1870’lerin ikinci yarısında Balkanlar’da hızla büyüyen krizler, Osmanlı Devleti’ne yönelik Avrupa kamuoyundaki tepkiler ve Rusya’nın siyasî hesaplarıyla doğrudan bağlantılıdır. Bulgar isyanları sonrasında Osmanlı’nın müdahaleleri Avrupa’da “vahşet” propagandalarıyla yankı bulmuş, özellikle Rusya bu durumu kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak Osmanlı karşıtı bir kamuoyu oluşturmaya çalışmıştır. Osmanlı Devleti, İstanbul Konferansı’nın kararlarını reddettikten sonra Rusya savaş hazırlıklarına girişmiş ve Avrupa devletlerini Osmanlı’ya karşı diplomatik baskıya yönlendirmiştir.
Öte yandan Osmanlı Devleti, Sırbistan ile barış sağlayarak Rusya’nın müdahale gerekçelerinden birini ortadan kaldırmış, ancak Karadağ krizi çözülememiştir. Rusya bu durumu fırsata çevirerek Avrupa başkentlerinde diplomatik temaslarını yoğunlaştırmış ve Osmanlı’yı köşeye sıkıştırmak amacıyla büyük güçleri bir araya getirmiştir. Tüm bu gelişmeler, 31 Mart 1877’de Londra Protokolü’nün hazırlanmasının başlıca nedenleri olmuştur.
1877 Londra Protokolü’nün hazırlanması, sunulması ve reddedilmesi sürecinde birçok diplomatik aktör rol oynamıştır. Bu figürler, hem Osmanlı Devleti’nin iç siyasetinde hem de Avrupa devletlerinin dış politikasında belirleyici etkiye sahiptir. Bu süreçte öne çıkan isimler aşağıda listelenmiştir:
1877'de imzalanan Londra Protokolü’nün temel hedefi, Balkanlar’da giderek tırmanan siyasi krizi savaşsız bir şekilde çözmek ve Osmanlı Devleti’ni, Avrupa’nın belirlediği reformları kabul etmeye ikna etmektir. İstanbul (Tersane) Konferansı’nın başarısız olmasının ardından hazırlanan bu belge, hem bölgede istikrar sağlamayı hem de büyük güçlerin çıkarlarını koruyacak bir çözüm üretmeyi amaçlıyordu.
Protokol, özellikle Osmanlı hâkimiyetindeki Hristiyan halkın durumunun iyileştirilmesi, Bosna-Hersek ve Bulgaristan’da reformların uygulanması, Karadağ ile kalıcı bir barış sağlanması, Sırbistan ile yapılan antlaşmanın tanınması ve Osmanlı ordusunun azaltılması gibi konularda bağlayıcı talepler içeriyordu. Bu hedefler, Osmanlı’nın onurunu zedeleyecek nitelikteydi ve Rusya’nın Balkanlar’daki müdahalesine zemin hazırlamak üzere kurgulanmıştı.
Londra Protokolü sürecinde müzakerecilerin karşılaştığı en büyük zorluk, Osmanlı Devleti’nin egemenlik haklarını zedelemeden taleplerini kabul ettirmeye çalışmaktır. Bir diğer zorluk ise taraflar arasındaki güven sorunudur. Rusya’nın samimi olmadığına inanan Osmanlı Devleti, bu girişimlerin savaş için diplomatik bir zemin hazırlamak olduğunun farkındaydı. Aynı şekilde İngiltere'nin de desteği konusunda belirsizlikler vardı; diplomatik söylemlerine rağmen doğrudan Osmanlı’nın yanında yer almamıştı. Bu güvensizlik ortamı, müzakerelerin gerilmesine ve Osmanlı’nın nihayetinde protokolü reddetmesine yol açmıştır.
Londra Protokolü hedeflerine ulaşmada başarılı olamamıştır. Protokolün amacı, Osmanlı Devleti ile Avrupa devletleri arasında diplomatik bir uzlaşı sağlayarak savaşın önüne geçmek ve Balkanlar’daki krizi reformlarla çözmektir. Ancak Osmanlı Devleti, bu protokolü egemenliğini zedeleyen bir dayatma olarak değerlendirmiş ve 12 Nisan 1877’de reddetmiştir.
Bu red kararı, Rusya’ya Osmanlı’ya savaş açmak için meşru bir gerekçe sunmuştur. Nitekim 24 Nisan 1877’de Rusya Osmanlı’ya savaş ilan etmiştir ve böylece 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı başlamıştır. Sonuç olarak, Londra Protokolü savaşı önleyememiş, aksine Osmanlı’nın diplomatik yalnızlığını derinleştirmiştir. Protokol, diplomasiyle çözülmesi beklenen bir krizi askeri bir çatışmaya dönüştürmekten öteye gidememiştir.
Londra Protokolü’nün şekillenmesinde Osmanlı Devleti’nin iç yapısı ve yönetim anlayışı doğrudan etkili olmuştur. 1876’da ilan edilen Kanun-i Esasi ile birlikte Osmanlı tarihinde ilk kez anayasal bir düzen kurulmuştur. Bu gelişme, devletin kendi iç reformlarını yapma iradesini gösterdiği bir döneme işaret etmektedir. Ancak özellikle gayrimüslim tebaanın durumunu hedef alan dış baskılar, bu reform sürecinin uluslararası müdahaleye açık hale gelmesine neden olmuştur.
Osmanlı yönetimi, iç işlerine dışarıdan yapılan yönlendirmeleri, kendi egemenliğine ve anayasal reform sürecine aykırı buluyordu. Protokolde yer alan taleplerin yalnızca Hristiyan unsurlar için geçerli olması, toplumun diğer kesimleriyle eşitlik ilkesine dayalı reform anlayışıyla çelişiyordu. Bu nedenle Osmanlı yönetimi, Londra Protokolü’nü iç politik bütünlük ve anayasal düzen açısından kabul edilemez bulmuş; halkın tümünü kapsayan bir reform süreci yürütülmesi gerektiğini savunmuştur. Böylece içsel dinamikler, protokolün reddedilmesinde belirleyici bir rol oynamıştır.
Londra Protokolü’nün hazırlanmasında dışsal etkenler belirleyici bir rol oynamıştır. Başta Rusya olmak üzere büyük Avrupa devletleri, Osmanlı topraklarında yaşayan Hristiyan halkların durumunu gerekçe göstererek müdahaleye zemin hazırlamışlardır. 1876’daki Bulgar isyanı sonrası Avrupa kamuoyunda oluşturulan "Türk vahşeti" algısı, Osmanlı yanlısı devletlerin tutumunu yumuşatmış, Rusya’nın panslavist hedefleri için diplomatik destek sağlamıştır. İstanbul Konferansı’nın başarısızlığı sonrası Rusya, Avusturya ile Peşte Antlaşması’nı imzalayarak tarafsızlık garantisi almış, diğer devletleri de kendi çizgisine çekmiştir.
İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya ve İtalya gibi güçler, Osmanlı Devleti’ni reform yapmaya zorlamışlardır. Bu devletler, Londra’da bir araya gelerek 31 Mart 1877’de Londra Protokolü’nü imzalamış ve Osmanlı Devleti’ne dayatmada bulunmuşlardır. Bu süreçte Rusya’nın saldırgan diplomatik politikası ve İngiltere’nin pasif tutumu, Osmanlı Devleti’ni uluslararası arenada yalnız bırakmış; protokol, büyük güçlerin Osmanlı üzerindeki nüfuzlarını artırma aracı hâline gelmiştir. Dışsal etkenler bu yönüyle sadece protokolün oluşumunu değil, Osmanlı-Rus Savaşı'nın zeminini de hazırlamıştır.
19. yüzyıl, Osmanlı Devleti'nin hem iç politikada hem de uluslararası ilişkilerde ciddi değişimlerle karşılaştığı, büyük güçler arasında denge politikası yürütmeye çalıştığı bir dönemdir. Bu süreçte Osmanlı, hem askeri yenilgiler hem de diplomatik baskılar sonucu birçok önemli antlaşma imzalamak zorunda kalmıştır. Aşağıda bu yüzyılın dikkat çeken üç antlaşmasına yer verilmiştir:
Londra Protokolü, Osmanlı Devleti tarafından reddedildiği için doğrudan uygulanmamış olsa da, bu reddin ardından çıkan 93 Harbi sonuçları toplumun farklı kesimleri üzerinde yıkıcı etkiler bırakmıştır. Özellikle savaşın yükü, alt tabakadaki halk üzerinde yoğunlaşmış; zorunlu askerlik, göçler ve ekonomik zorluklarla birlikte büyük bir sosyal travma yaşanmıştır.
Londra Protokolü’nün kısa vadeli en önemli etkisi, Osmanlı Devleti ile Avrupa devletleri arasında yaşanan diplomatik kopuş ve bunun sonucunda 93 Harbi’nin (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) başlaması olmuştur. Osmanlı’nın protokolü reddetmesi, Rusya’ya uluslararası alanda bir savaş gerekçesi sunmuş ve 24 Nisan 1877’de savaş ilan edilmesine zemin hazırlamıştır.
Londra Protokolü’nün uzun vadeli etkileri, Osmanlı Devleti’nin siyasi egemenliğini zayıflatan, Balkanlar’daki çözülme sürecini hızlandıran ve savaşa kapı aralayan sonuçlar doğurmuştur. Protokolün Osmanlı tarafından 12 Nisan 1877’de reddedilmesi, Rusya’ya savaş ilanı için gerekçe sunmuş ve kısa süre sonra 93 Harbi patlak vermiştir. Bu savaş, Osmanlı’nın Tuna ve Kafkas cephelerinde büyük toprak kayıpları yaşamasına, Bulgaristan’ın muhtariyet kazanmasına ve Balkan coğrafyasında yeni devletlerin doğmasına neden olmuştur.
Savaşın sonunda imzalanan Ayastefanos Antlaşması ve Berlin Antlaşması, yalnızca Osmanlı topraklarının küçülmesine değil, aynı zamanda milyonlarca Müslüman Türk’ün yerinden edilmesine ve bir mülteci krizine yol açmıştır. İmparatorluk, 800 milyon frankı aşan savaş tazminatını ödemek zorunda kalmış ve İngiltere’den destek almak amacıyla Kıbrıs’ın yönetimini İngiltere’ye devretmiştir. Tüm bu gelişmeler, Osmanlı Devleti’ni hem ekonomik hem de diplomatik açıdan daha kırılgan hâle getirmiştir.
Londra Protokolü, gelecek nesillere Osmanlı Devleti’nin dış baskılar karşısında nasıl bir diplomatik yalnızlığa itildiğini, uluslararası ilişkilerde güç dengesinin ne denli belirleyici olduğunu ve reform taleplerinin bir savaş gerekçesine nasıl dönüştürülebileceğini gösteren önemli bir miras bırakmıştır. 93 Harbi’nin zeminini hazırlayan bu belge, imparatorluğun siyasi ve askeri zafiyetlerinin ne tür sonuçlar doğurabileceğinin somut örneğidir. Aynı zamanda, uluslararası hukukta yer alan çok taraflı protokollerin güçlü devletlerin çıkarlarını nasıl meşrulaştırabildiğine dair kalıcı bir ders niteliğindedir. Bu yönüyle Londra Protokolü, yalnızca bir diplomatik girişim değil, Osmanlı'nın çöküş sürecine ışık tutan tarihsel bir uyarıdır.