Yunan İsyanı 1821’de Mora’da başlayıp kısa sürede Orta Yunanistan ve Ege adalarına yayılan siyasal ve toplumsal bir kırılmadır. 1829’a kadar kademeli olarak artan bir şiddetle devam eden süreç, 1830 Londra Protokolü’yle günümüz Yunan devletinin ortaya çıkışına kapı aralayıp 1832 İstanbul Antlaşması sonucu Yunanistan’ın bağımsızlık kazanmasıyla nihayet bulmuştur. İsyanın arka planında aydınlanma sonrasında güçlenen milliyetçi düşünce, Avrupa ile iç içe geçmiş Rum/Yunan tüccar-aydın ağları ve Odessa merkezli Filiki Eterya örgütlenmesi vardır. Bu isyanın Osmanlı tarafındaki durumunu uzun savaşların idari ve ekonomik baskısı, taşrada güçlenen yerel odaklar ve merkezde ıslahat arayışı zemini belirler. Böyle bir tablo içinde II. Mahmud yönetimi güvenlik ve idareyi sıkılaştırma yönünde adımlar atar; Kavalalı Mehmed Ali Paşa kuvvetleriyle askerî destek arayışı ve imparatorluk çapında alınan tedbirler aynı çerçevede ilerler.
Yunan İsyanı, Avrupa’nın dolaylı ve doğrudan desteğiyle geniş alanlara yayılmıştır. Mora’daki Osmanlı garnizonlarının kuşatılması, adalardaki korsan saldırıları ve Ege’deki ticaretin felce uğramasıyla imparatorluğun güney hattı ciddi biçimde sarsılır. İstanbul yönetimi, güvenliği sağlamak için geniş çaplı tedbirlere başvurur. Liman girişleri denetlenir, gemi hareketleri kısıtlanır, isyan bölgelerine yakın vilayetlerde sıkıyönetim ilan edilir. Ancak hem içeriden hem dışarıdan gelen baskılar karşısında bu önlemler yetersiz kalır. 1827’deki Navarin felaketi Osmanlı donanmasının yakılmasıyla sonuçlanır. Bu yalnızca askerî bir yenilgi değil devletin deniz gücü ve saygınlığı açısından da büyük bir yıkımdır. Mora’daki Müslüman-Türk halkın katledilmesi, köylerin yakılması ve binlerce insanın yerinden edilmesi, isyanın Osmanlı toplumu üzerindeki travmatik etkilerini derinleştirir.
Yunan İsyanı uzun vadede, Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülme sürecini hızlandıran bir dönemeç hâline gelmiştir. Devlet, kayıpların ardından orduyu yeniden örgütleme, idareyi merkezîleştirme ve ıslahatı zorunluluk olarak görmeye başlar. Yunanistan’ın bağımsızlığı, Balkan coğrafyasındaki diğer unsurlara da örnek olur ve kısa süre içinde imparatorluğun farklı bölgelerinde benzer sesler yükselir. 1878’de Romanya, Sırbistan ve Karadağ bağımsızlığını kazanır. Aynı yıl kurulan Bulgar Prensliği de 1908’de tam bağımsızlığını ilan eder. Arnavutluk, 1912’deki Balkan Savaşları sırasında Osmanlı idaresinden ayrılır. 19. yüzyılın sonundan itibaren art arda yaşanan bu kopuşlar, yalnızca toprak kaybı değil, imparatorluğun çok uluslu yapısının da çözülmesinin bir işaretidir.
Yunan İsyanı’nın etkileri bugün iki toplumda iki farklı bellek üretmeye devam etmektedir. Bu ortak geçmiş, bugünün bölgesel ilişkilerinde hem diplomatik dili hem de karşılıklı algıları etkileyen bir arka plan olarak varlığını sürdürmektedir.
Yunan İsyanı, 1821 yılında Mora Yarımadası’nda başlayarak kısa sürede Orta Yunanistan ve Ege adalarına yayılan, 19. yüzyılın ilk büyük kalkışmasıdır. Osmanlı Devleti’nin uzun süren savaşlar, ekonomik sıkıntılar ve taşradaki otorite kaybı nedeniyle zayıfladığı bir dönemde patlak veren bu isyan, yalnızca bölgesel bir ayaklanma değil, imparatorluğun siyasal ve toplumsal yapısını derinden sarsan bir hadisedir.
Yunan İsyanı’nın fitilini ateşleyen unsurlar arasında Avrupa’da güç kazanan milliyetçilik akımı, Fransız Devrimi’nin ulus ve özgürlük fikri, Rum/Yunan aydınlarının oluşturduğu entelektüel çevreler ve özellikle Odessa merkezli Filiki Eterya adlı gizli teşkilat bulunur. Bu örgüt, Osmanlı idaresindeki Rum halkını bağımsızlık hedefi etrafında birleştirerek ilk kanlı ayaklanmayı gerçekleştirir. Mora’da başlayan çatışmalar kısa sürede genişler, Osmanlı donanmasının 1827’de Navarin’de yakılmasıyla da isyanın seyri tamamen Yunan lehine döner.
1821-1829 yılları arasında meydana gelen Osmanlı-Yunan İsyanı bu süre zarfında bir kıyım ve savaş hâlini almış, bu kanlı isyan sonunda 1830 Londra Protokolü ve 1832 İstanbul Antlaşması ile Yunanistan bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu süreç Osmanlı Devleti için ağır bir bedel anlamına gelir. Mora’daki Müslüman nüfusun katledilmesi, Ege ticaretinin çökmesi ve donanmanın imhası ekonomik ve siyasal açıdan Osmanlı’da büyük bir yıkım yaratmıştır.
Yunan İsyanı, 1821’de Mora’da başlayıp 1829’da sona eren ve günümüz Yunan devletinin doğuşunu hazırlayan ilk büyük başkaldırıdır. Bu isyan, yalnızca Osmanlı sınırları içinde bir halkın devlete karşı kalkışması değil, imparatorluklar çağından ulus devletler çağına geçişi hızlandıran tarihsel bir olaydır. Osmanlı Devleti açısından bakıldığında, Yunan isyanı hem siyasi hem de toplumsal yapıyı derinden sarsmış, çok uluslu imparatorluk düzeninde onarılması güç bir çatlak oluşturmuştur.
Yunan İsyanı’nın önemi, bölgesel bir kalkışmanın uluslararası bir meseleye dönüşmesiyle belirginleşir. Avrupa’da aydınlanma dönemi ve Fransız Devrimi sonrasında yükselen milliyetçilik rüzgârı, Yunan hareketine “özgürlük mücadelesi” anlamı kazandırmış; bu da Batı kamuoyunda geniş yankı bulmuştur. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın müdahalesi, yalnızca Yunanistan’ın bağımsızlığını sağlamamış, aynı zamanda Avrupa’nın Osmanlı içişlerine doğrudan müdahale edebileceği yeni bir diplomatik düzenin de önünü açmıştır. 1827 Navarin Baskını’nda Osmanlı-Mısır donanmasının yakılması, bu yeni dönemin sembolü hâline gelmiştir.
Yunan İsyanı, Osmanlı Devleti için bir bakıma dönüştürücü bir kayıp olmuştur. Devlet, yaşanan yıkımın ardından orduyu yeniden düzenleme, idareyi merkezîleştirme ve reformları kaçınılmaz görme noktasına gelir. II. Mahmud döneminde başlayan bu modernleşme süreci, Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı ile devam eder. Yunanistan’ın bağımsızlığı Balkanlarda domino etkisi yaratır. Sırbistan, Romanya, Karadağ ve Bulgaristan gibi devletler, aynı yüzyıl içinde Osmanlı’dan kopuş yoluna girer.
Yunan İsyanı, bir ulusun doğuşunun ötesinde, bir imparatorluğun çözülme biçimini de simgeler. Yunanistan tarafında isyan “ulusal kurtuluş” olarak anlatılırken, Osmanlı cephesinde bu süreç “çözülmenin başlangıcı” olarak hafızalarda yer eder. Siyasi sonuçlarının yanı sıra kültürel bellekte de kalıcı izler bırakan bu isyan, hem Osmanlı reformlarının yönünü hem de Avrupa’nın Doğu politikasının seyrini belirleyen tarihsel bir dönüm noktası olmuştur.
Yunan İsyanı, 1821-1829 arasında Osmanlı coğrafyasında meydana gelen; 1829 Edirne Antlaşması’yla Yunanistan’ın bir devlet olarak kurulmasının kabul edildiği, 1830 Londra Protokolü’yle bağımsız bir ülke olarak ilk kez tanındığı ve 1832 İstanbul Antlaşması’yla Osmanlı’dan kopuşunu kesinleştiren büyük bir krizdir. Bu isyanın fitilini 1821’de Filiki Eterya adlı örgütün Mora’da başlattığı kanlı hareket ateşlemiş; hadise, kısa sürede geniş çaplı bir başkaldırıya dönüşmüştür. Aynı yılın sonbaharında yine Osmanlı idaresindeki Tripoliçe’de katliamlar yapılmış, kaleler kuşatılmış ve Mora’daki Osmanlı garnizonlarıyla bağlantılar koparılmıştır.
Yunan İsyanı’nda 1827 Navarin Baskını dönüm noktası olarak kabul edilir. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın birleşik donanması, Osmanlı-Mısır filosunu yakarak imparatorluğun deniz gücünü büyük ölçüde zayıflatmıştır. Bu olay, savaşın yönünü belirlediği gibi Yunanistan’ın bağımsızlığına giden süreci hızlandırmıştır. Ardından gelen 1829 Edirne Antlaşması, Osmanlı’nın Yunanistan üzerindeki siyasi hâkimiyetini fiilen sonlandırmıştır. Nihayet 1830 Londra Protokolü ile Yunanistan’ın bağımsızlığı uluslararası düzeyde tanınmış, 1832 İstanbul Antlaşması ile sınırları belirlenerek yeni Yunan Devleti resmen kurulmuştur.
Yunan İsyanı, 1821 yılında Mora Yarımadası’nda başlayarak kısa sürede Orta Yunanistan ve Ege Adaları’na yayılan geniş bir coğrafyada etkili olmuştur. İsyanın merkez üssü Mora’dır. Burada Rum topluluklarının ayaklanmasıyla başlayan süreç, kısa sürede hem karada hem de denizde yoğun çatışmalara dönüşmüştür. Özellikle Tripoliçe, Patras, Navarin ve Kalamata gibi bölgeler savaşın en sert cepheleri hâline gelmiştir.
Yunan İsyanı’nın kapsamı yalnız kara savaşlarıyla sınırlı kalmamış, Akdeniz’in doğusunda deniz muharebeleri ile de genişlemiştir. Ege Denizi’nde Osmanlı donanması ile isyancıların kontrolündeki ada güçleri arasında yaşanan çatışmalar, savaşın seyrini doğrudan etkilemiştir. Bu dönemde Sakız, Sisam, Midilli ve Limni adaları hem direniş hem de bastırma hareketlerinin yaşandığı stratejik merkezler olmuştur. 1822 Sakız Katliamı, Avrupa kamuoyunda büyük yankı uyandırarak Yunan isyanına yönelik uluslararası desteği artırmıştır.
Yunan İsyanı’nda Deniz savaşlarının en kritik noktası ise 1827’deki Navarin Muharebesi olmuştur. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın birleşik donanması, Navarin limanında Osmanlı-Mısır filosunu imha etmiş ve bu olay Yunan bağımsızlığının önünü açmıştır. Coğrafi olarak Mora’dan Ege’ye, oradan Akdeniz’in açık sularına kadar uzanan bu mücadele, yalnızca bir isyan değil, deniz üstünlüğü, ticaret yolları ve diplomatik dengeler üzerinde kalıcı etkiler bırakan çok boyutlu bir çatışmadır.
Yunan İsyanı sonuçta hem kara hem deniz cephelerinde yaşanan çatışmalarıyla Akdeniz tarihinin en geniş kapsamlı savaşlarından biri olarak kabul edilir. Mora’dan başlayan bu isyan, Ege adalarını ve çevresini içine alarak Osmanlı’nın güneybatı hattını çökertmiş; imparatorluğun askerî, ekonomik ve siyasi dengesini derinden sarsmıştır.
Yunan İsyanı, Osmanlı idaresindeki merkezî otoritenin aşındığı, taşrada yerel odakların güç kazandığı ve uzun süren savaşlarla mali yükün arttığı bir ortamda baş göstermiştir. Bu ortam, Rum/Yunan topluluklarının ticaret ve eğitim ağlarıyla Avrupa’nın düşünsel iklimine daha sıkı bağlandığı bir döneme denk düşer. Yunanların kimlik bilinci güçlenmiş, siyasal hedefler belirginleşmiştir. Kilise-cemaat yapıları örgütlenmeyi kolaylaştırmış; dini aidiyet, topluluk dayanışmasına meşruiyet ve ritim kazandırmıştır.
Yunan İsyanı, Avrupa’daki aydınlanma sonrası “halk egemenliği” ve “ulus” fikri etkisiyle şekillenmiştir. 1814’te Odessa’da kurulan Filiki Eterya, gizli hücreler, yeminler ve finansman kanallarıyla bu birikimi eylem planına çevirir. Haberleşme ve denizcilik deneyimi yüksek ada toplulukları lojistiği sağlar. Mora ve Ege’de nüfus yoğunluğu avantajı sahadaki hazırlıkları hızlandırır.
Yunan İsyanı’nın kıvılcımı Mora’da tutuşmuş ve kısa sürede Orta Yunanistan ile Ege’ye yayılmıştır. Ada dünyasının denizci ağları haberleşme ve ikmali beslemiş, cemaat yapılarının sağladığı dayanışma yerelde seferberliği hızlandırmıştır. Dışarıda oluşan entelektüel ve siyasi iklimin moral ve meşruiyet zemini üretmesiyle bütün bu etkenler birleşerek 1821 itibarıyla isyan sahada kanlı eylemlerle başlamıştır.
Yunan İsyanı, Yunan cephesinde örgütlü şiddeti yöneten ve tırmandıran aktörlerin sahayı belirlediği; Osmanlı cephesinde ise katliam ve yıkımı durdurmaya odaklanan bir karşı mücadelenin yürütüldüğü bir dönemdir. Bu isimler, yerel ahaliye yönelik saldırıları, katliamları, kuşatmaları ve denizdeki baskınları eşgüdüm içinde yürütürken Osmanlı yönetimi de askerî ve idarî tedbirleri bu tehdidi bertaraf etmek için seferber etmiştir.
İsyanın Yunan cephesindeki en önde gelen ismi Alexandros Ypsilantis’tir. Rus ordusunda subay olarak yetişmiş bir Fenerli Rum’dur ve 1814’te kurulan Filiki Eterya örgütünün başına geçerek isyanın planlayıcısı olur. 1821’de Eflak-Boğdan hattında ilk kıvılcımı yakar. Bu eylem Mora’daki kalkışmanın önünü açar. İsyan ağlarını harekete geçiren çağrılarla şehir ve kasabalarda can güvenliğini ortadan kaldırmış, Osmanlı idaresini eşzamanlı cephelerle meşgul etmiştir.
Yunan İsyanı’nın öne çıkan bir diğer ismi Theodoros Kolokotronis Mora’da doğmuş, Osmanlı yönetiminde askerlik yapmış bir komutandır. Savaş deneyimini isyan ordusunun örgütlenmesinde kullanır. Mora’daki kara harekâtını sevk ve idare eden başlıca isimlerden biridir. Kuşatma ve baskın taktikleriyle Osmanlı garnizonlarını hedef alır, Tripoliçe çevresinde sivil nüfusu kıran katliam dalgaları oluşturur. Kolokotronis’in örgütlediği birlikler, bölgenin idari düzenini çökertecek ölçekte kesintisiz bir baskı kurar.
Yunan İsyanı’nın kadın figürlerden Laskarina Bouboulina, kalkışmanın deniz safhasında etkin bir rol oynar. Eşi ve babasından kalan servetle gemileri donatır, isyan adaları arasında silah ve erzak sevkiyatı yapar, kıyı kasabalarına yönelik ablukalarla ulaşımı zayıflatır. Bu hat, Osmanlı limanlarının güvenliğini ve sahil ticaretini hedef alan bir baskı yaratmıştır. Aynı dönemde Georgios Karaiskakis, Orta Yunanistan ve Atina çevresinde hareket eden birlikleriyle kara hattındaki çatışmaları sertleştirir. Geçiş yollarını tutarak Osmanlı birliklerinin ikmalini zorlaştırıp bölgedeki köy ve kasabalarda güvenlik iklimini çökerterek yerel ahaliyi zorunlu göçlerle yüzleştirir.
Yunan İsyanı’nın Osmanlı tarafındaki seyrini yöneten isim Sultan II. Mahmud’dur. İsyan karşısında merkezî idareyi güçlendirmeye yönelir. Kalkışmanın yayılmasını kesmek için Rumeli ve Anadolu’da güvenlik hattı kurar; silah toplama, geçişlerin ruhsata bağlanması ve tehdit altındaki hatların tahkim edilmesi gibi tedbirleri devreye sokar. Mora’daki durumu dengelemek amacıyla Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın modern birliklerini çağırır, donanma ve kara kuvvetleri eşgüdümünde isyan merkezlerine baskı kurmayı hedefler.
Yunan İsyanı’nda bu isimler, bir yanda sivil kayıpları artıran ve Osmanlı idari düzenini dağıtan örgütlü eylemlerin; diğer yanda devleti ayakta tutmak ve can güvenliğini sağlamak için yürütülen merkezî karşı hamlelerin temsilcisidir.
Yunan İsyanı’nda Alexandros Ypsilantis, 1792-1828 arasında yaşamış Rum kökenli bir subaydır. Rus ordusunda yetişir, 1814’te kurulan Filiki Eterya’nın 1820’den itibaren yönetimini üstlenir ve 1821 başında Eflak-Boğdan hattında planlı kalkışmanın ilk adımını atar. “Din ve vatan” vurgulu bildiriler ve Rus hamiliğini ima eden söylemler, bölgedeki dengeyi bozan ve kamu düzeni üzerinde risk üreten bir çerçeve oluşturur. Osmanlı penceresinde Ypsilantis, Müslüman-Türk halkın can ve mal güvenliğini tehdit eden örgütlü kalkışmayı koordine eden bir fail konumunda yer alır.
Yunan İsyanı bağlamında Ypsilantis, Rusya’daki askerî geçmişi ve diaspora ağlarını kullanarak imparatorluğun kuzey hattında bir “yan cephe” açan, Mora’daki gelişmeleri kolaylaştıran bir tetikleyici rol üstlenir. Ancak Eflak-Boğdan yönündeki girişim askerî bakımdan çöker ve isyanın ağırlık merkezi Mora ile Ege’ye kayar. Iaşi ve Bükreş çevresinde gönüllü birlikler toplanır; öğrencilerden oluşan “Kutsal Bölük” bu yapının sembolik unsuru olarak yer alır. Osmanlı kuvvetleri karşı harekât yürütür. 19 Haziran 1821’de Dragasani çevresinde Ypsilantis’in kuvvetleri çözülme gösterir ve Danubyan prensliklerinde idari düzenin doğrudan denetime alınması gündeme gelir. Ypsilantis’in akıbeti, Avusturya topraklarına geçişin ardından tutukluluk ve sürgünde ölümle (1828) sonuçlanır.
Yunan İsyanı’nda Theodoros Kolokotronis (1770-1843), Moralı bir silahlı grup lideri ve isyanın kara hattındaki başlıca örgütleyicilerinden biri olarak öne çıkar. İyon Adaları’nda İngiliz denetimindeki birliklerle temas kurar ve saha muharebesi tecrübesini pekiştirir. 1821’den itibaren Mora’da isyanın sevk ve idaresinde belirleyici olur. Osmanlı garnizonlarını, ikmal yollarını ve kaleleri hedef alan düzensiz birlikleri koordine eder. Tripoliçe kuşatmasında Müslüman ve Yahudi sivilleri de içine alan toplu katliam olaylarında rol alır.
Yunan İsyanı’nda Theodoros Kolokotronis, 1822 yazında Dervenakia geçidinde Osmanlı serdarı Mahmud Dramali Paşa’nın ordusuna karşı geçit, dar vadi ve ikmal kesme taktiklerini uygular; yürüyüş kolunu parçalar, geri çekilme hattını daraltır ve Mora’da Osmanlı kuvvetlerinin toparlanma imkânını sınırlar. 1825’ten itibaren Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa Mora’ya inerken Kolokotronis, araziyi yakıp tahrip eden yakıp-yıkma ve vur-kaç usullerini devreye sokar. Bu yöntem savaşın süresini uzatır, sivil hayat üzerindeki yıkımı ve yerinden edilmeleri artırır. Yunan tarafındaki iç çekişmeler içinde zaman zaman tutuklanır, ardından yeniden sahaya döner. Bağımsızlık sonrasında yargılama ve affa uzanan bir çizgi izler. Osmanlı açısından Kolokotronis, düzenli orduyla açık meydan muharebelerinden kaçınan, kuşatma, pusu ve abluka yöntemleriyle Mora’daki Osmanlı idari düzenini çökertecek ölçekte baskı üreten, sivil güvenliği zayıflatan bir saha örgütleyicisidir.
Yunan İsyanı cereyanında II. Mahmud, kalkışma karşısında askerî ve idarî kararların doğrudan saraydan çıkmasını sağlayarak devlet refleksini hızlandırır. Otoriteyi yeniden sağlama hedefi güvenlik, idare ve maliye başlıkları altında birleştirilir. Rumeli ve Anadolu’da geçişleri ruhsata bağlayan, silah toplama ve hassas hatları tahkim eden tedbirler devreye alınır. Liman ve boğaz denetimi sıkılaşır, isyan bölgelerine yakın sancaklarda olağanüstü uygulamalar sisteme konur. Yerel idareciler, kaza kaza hareket eden birlikler ve donanma unsurları tek merkezden sevk ve idare altında toplanır.
Yunan İsyanı’na II. Mahmud’un müdahalesi Kavalalı Mehmed Ali Paşa ile kurulan askerî iş birliği üzerinden gerçekleşir. İbrahim Paşa kuvvetleri Mora’ya intikal eder. Donanma çıkarma, ikmal ve abluka görevini üstlenir. Kara birliklerinin ilerleyişi ve kıyı hedeflerine ateş desteği tek harekât planına bağlanır. Bu süreçte donanma, ikmal hattının güvenliği ve isyancı ada bağlantılarının kesilmesi açısından kritik rol oynar. Navarin’de verilen ağır kayıp sonrasında padişah, tersane ve topçu düzenini yenileme, subay kadrosunu ıslah etme ve disiplin esaslarını sertleştirme yönünde adımlar atar. İçeride, yeni ordu anlayışı ve merkezîleşme önceliği belirginleşir. Taşra üzerindeki denetim, mülkiye ve askeriye kanallarıyla yeniden kurulur.
Yunan İsyanı’nda II. Mahmud’un rolü, dağınık güç odaklarını tek hedefte toplayan, isyanın yayılmasını kesmeye, can ve mal güvenliğini teminat altına almaya yönelen merkezî bir toparlama ve ıslah programı olarak belirir. Bu uygulama, sonraki yılların ordu ve idare reformlarına da doğrudan zemin oluşturur. Nihayetinde komuta kontrol zinciri sadeleşip yetki Babıâli-Saray-Seraskerlik üçgeninde toplanır. Taşra üzerindeki denetim, mülkiye ve askeriye kanallarıyla yeniden kurulur.
Lord Byron (1788-1824), İngiliz şair, gezgin ve aristokrat kimliğiyle Avrupa entelektüel çevrelerinde geniş etkiye sahip bir figürdür. Yunan İsyanı sırasında Yunanlara verdiği açık destek, onu edebî bir isim olmaktan çıkarıp siyasi bir sembol hâline getirir. Byron, 1823’te isyancı komitelerle temasa geçerek maddî yardımlar sağlar, kendi mal varlığını isyancıların donanma ve savunma giderlerine tahsis eder. 1824’te Missolonghi’ye geçer ve burada Yunan kuvvetlerinin örgütlenmesine katılır. Ancak bataklık koşullarının ağır etkisiyle hastalanır ve aynı yıl burada hayatını kaybeder. Bu ölüm, Avrupa kamuoyunda Yunan bağımsızlık hareketine yönelik sempatiyi dramatik biçimde artırır ve “filhelenizm” akımını -yani Yunan davasına duyulan entelektüel ve duygusal desteği- sembolleştirir.
Lord Byron’un Yunan İsyanı’na müdahil oluşu yalnızca romantik bir dayanışma olarak değil, aynı zamanda dönemin siyasi atmosferinde Osmanlı İmparatorluğu’nu “Doğu despotizmi”yle özdeşleştiren Batı kamuoyu kurgusunun güçlenmesi açısından da belirleyicidir. İngiliz basınında yayımlanan mektupları ve şiirleri, isyanı “medeniyet-baskı” ikiliği içinde sunar ve Avrupa müdahalesine ahlakî bir gerekçe üretir. Bu algı, İngiltere ve Fransa gibi devletlerin daha sonra diplomatik düzeyde Yunan isyanına destek vermesinde dolaylı bir rol oynar.
Lord Byron’un Yunan isyanına desteği, Osmanlı açısından bölgesel bir kalkışmayı uluslararası bir meseleye dönüştüren propaganda zincirinin önemli halkalarından biridir. Avrupa’da şekillenen filhelenist atmosfer, Osmanlı İmparatorluğu’nun iç meselesi olarak görülen bir isyanı, “medeniyet davası” adı altında Batı müdahalesine açık bir zemine taşır. Böylece Byron, Yunan ayaklanmasını romantize eden söylemlerin merkezinde yer alır ve kendi ölümüyle bu propagandanın duygusal gücünü pekiştirir.
Yunan İsyanı’nın temel hedefi, Osmanlı idaresi altındaki Rum/Yunan topluluklarının siyasi, dinî ve idarî bağımsızlığını elde ederek egemen bir Yunan devleti kurmaktır. Bu hedefler, milliyetçi ideallerin ve dinî söylemlerin birleşimiyle şekillenir. Yunan isyanı, hem aydınlanma sonrası “ulus” fikrinin hem de Ortodoks kimliğin korunması refleksinin etkisini taşır. İsyanın yürütücüsü olan Filiki Eterya’nın bildirilerinde bu amaç, “dinsel kurtuluş” ile “vatanın yeniden dirilişi” kavramlarıyla ifade edilir.
Yunan İsyanı, Yunan tarafı açısından sadece Osmanlı otoritesine karşı bir kalkışma değil, aynı zamanda siyasi bir inşa projesi niteliği taşır. Farklı toplumsal katmanların (aydın, tüccar, denizci, köylü gibi) ortak zeminde buluşmasını sağlayan da bu hedeflerin birleşik yapısı olur. Osmanlı cephesi ise bu hareketi, imparatorluğun çok dinli ve çok uluslu yapısına yönelmiş bir tehdit olarak değerlendirir; alınan askerî ve idarî tedbirler de bu algı çerçevesinde şekillenir.
Yunan İsyanı’nın temel hedefleri aşağıda listelenerek verilmiştir:
Yunan İsyanı, hem Osmanlı Devleti hem de isyancı gruplar açısından ağır askerî, toplumsal ve ekonomik zorlukların yaşandığı uzun soluklu bir çatışma dönemidir. İsyanın yayılmasıyla birlikte, sahada düzenli ordular ile düzensiz birlikler arasındaki fark belirginleşmiş; yetersiz kaynaklar, iç çekişmeler ve karşılıklı misillemeler savaşın yıpratıcı seyrini şekillendirmiştir.
Yunan İsyanı sırasında yaşanan zorluklar, yalnız askerî cephelerde değil, aynı zamanda diplomasi, ekonomi ve toplumsal düzen alanlarında da kendini göstermiştir. Osmanlı tarafında donanmanın kaybı, Mora ve Ege’deki iletişim ağlarının kopması, mali kaynakların tükenmesi gibi sorunlar öne çıkarken; Yunan cephesinde liderlik kavgaları, kaynak kıtlığı ve iç savaşlar isyanın sürekliliğini zorlaştırmıştır.
Yunan İsyanı sırasında karşılaşılan zorluklar aşağıda listelenerek verilmiştir:
Yunan İsyanı, Avrupa başkentlerinde oluşan filhelenist (Yunansever) hava ve büyük güçlerin stratejik çıkarlarıyla yerel bir kalkışma sınırını aşarak kısa sürede uluslararası bir dosyaya dönüşür. Londra, Paris ve Petersburg hattında yürüyen diplomasi, bir yandan kamuoyunun “Yunan davası”na duyarlılığını besleyen yayınlarla ivme kazanır, öte yandan Doğu Akdeniz dengeleri ve Rusya’nın Balkanlar’daki nüfuzu hesabıyla somut adımlara evrilir. Dönemin İngiliz basını ve Avrupa yazınındaki çerçeve, isyanı giderek “bağımsızlık savaşı” anlatısına taşır, böylece müdahale fikri siyasi zemin bulur. Bu süreç, olayın adlandırılmasından müdahale meşruiyetine kadar Batı kamuoyunun algısını belirler ve Osmanlı’nın iç meselesi sayılması gereken bir krizi, çok taraflı müdahaleye açık bir konu hâline getirir.
Yunan İsyanı’nın askerî eşikte belirleyici kırılması 1827’de Navarin’de yaşanır. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın birleşik filosu Osmanlı-Mısır donanmasını imha eder. Osmanlı deniz gücü ağır darbe alır ve sahadaki denge kalıcı biçimde bozulur. Akabinde Rusya’nın Balkan siyaseti ve Osmanlı ile yürüttüğü politikalar, kuzey sınır hattında baskı üretir. Bu hat, Yunan meselesinin diplomatik sonuçlarını hızlandıran bir kaldıraç işlevi görür. Böylece askerî müdahale ve büyük güç diplomasisi aynı eksende ilerler. İsyanın yerel idareleri aşındırma kapasitesi dış baskılarla birleşince Osmanlı’nın manevra alanı daralır.
Yunan İsyanı’nın diplomatik sonuç çizgisi 1830 Londra Protokolü ile görünür hâle gelir. Yunanistan uluslararası düzeyde bağımsız bir siyasal özne olarak tanınır, ardından yürüyen düzenlemeler yeni devletin sınır ve statüsünü çerçeveye alır. Osmanlı’nın Avrupa diplomasisindeki ağırlığı müdahalelerle zayıflar. Kısacası, İngiltere-Fransa-Rusya eksenindeki diplomatik-askerî müdahale, isyanın seyrini Yunan lehine çeviren başlıca dış etken olur. Kamuoyu üretimi, deniz üstünlüğünün kırılması ve protokoller zinciri aynı sonuca bağlanır.
Yunan İsyanı, yalnızca sahadaki çatışmalarla değil, Avrupa diplomasi masasında şekillenen antlaşmalarla da yönlendiren bir süreçtir. İsyanın gidişatını etkileyen ve sonuçlarını belirleyen bu metinler hem Osmanlı’nın konumunu zayıflatan hem de Yunan tarafının devletleşme sürecini uluslararası zeminde güçlendiren nitelikler taşır. Bu nedenle isyan, askerî çatışmanın yanı sıra çok katmanlı bir diplomatik mücadele olarak da değerlendirilir.
Yunan İsyanı’nı bölgesel bir kalkışma sınırından çıkarıp Avrupa güçlerinin müdahalesine açık bir meseleye dönüştüren gelişmelerden biri, İngiltere, Fransa ve Rusya tarafından hazırlanan 6 Temmuz 1827 tarihli Londra Antlaşması’dır. Bu antlaşma, Osmanlı Devleti’ne Yunanistan’a özerklik tanıması yönünde baskı kurar; tarafların bir ateşkes yapması istenir. Osmanlı Devleti antlaşmayı tanımayınca aynı yıl Navarin’de Osmanlı-Mısır donanmasının Avrupa filosu tarafından yakılmasıyla sonuçlanan askerî müdahale gerçekleşir. Bu antlaşma ve onu izleyen gelişmeler, Yunan meselesini geri döndürülemez biçimde Avrupa güçlerinin müdahil olduğu bir dosyaya dönüştürür.
Yunan İsyanı’nın seyrinin savaş meydanından diplomasi masasına taşındığı evrede, 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı’nın sonunda imzalanan Edirne Antlaşması, Yunan bağımsızlığının kapısını açan ikinci büyük diplomatik kırılmadır. Osmanlı Devleti, bu metinle birlikte Yunanistan’ın “bağımsız bir yönetim altında şekillenmesini” fiilen kabul eden hükümlere boyun eğmek zorunda kalır. Ayrıca Eflak ve Boğdan üzerinde Rus nüfuzunun artması, Osmanlı’nın kuzey sınırlarını daha da baskı altında bırakır. Edirne Antlaşması, Osmanlı’nın sadece askerî değil, diplomatik açıdan da manevra alanının daraldığını gösteren kritik bir aşamadır.
Yunan İsyanı’nın nihai siyasi sonucunu tayin eden aşama, Yunan bağımsızlığının uluslararası düzeyde kesinleştiği 1832 İstanbul Antlaşması’dır. Yine İngiltere, Fransa ve Rusya’nın aracılığıyla imzalanan bu antlaşma, Yunanistan’ın tam bağımsızlığını resmen tanımlar. Aynı metinle yeni devletin sınırları çizilir ve Osmanlı Devleti Mora ile Attika (Atina ve çevresini kapsayan tarihi bölge) üzerindeki egemenlik haklarından vazgeçmek zorunda kalır. İstanbul Antlaşması, Osmanlı’nın Güney Balkanlardaki hâkimiyetinin çözülüşünde temel duraklardan biri olarak kabul edilir.
Yunan İsyanı, yalnızca kara hattında yaşanan bir çatışma değil, aynı zamanda Ege ve Akdeniz’de yoğunlaşan bir deniz mücadelesi niteliği taşır. Mora ve Orta Yunanistan’daki gelişmeler kadar adalar dünyası ve deniz yolları da savaşın seyrini belirleyen unsurlar arasında yer alır. Ege’de denizcilik tecrübesi yüksek Yunan adalı gruplar korsanlık taktikleriyle Osmanlı ticaretini ve ikmal hatlarını hedef alır; Osmanlı donanması ise hem isyan bölgelerine asker ve mühimmat sevki hem de kıyıların güvenliğini sağlama görevini üstlenir. Bu durum, çatışmanın çok erken safhalarından itibaren isyanı bir “deniz cephesi” olan mücadeleye dönüştürür.
Yunan İsyanı’nın deniz boyutunda sürecin kırılma noktası 1827’deki Navarin Deniz Savaşı olur. İngiltere, Fransa ve Rusya donanmalarının birleşik filosu, Navarin Körfezi’nde demirlemiş bulunan Osmanlı-Mısır birleşik filosunu ani bir baskınla imha eder. Bu çatışma, Osmanlı açısından sadece büyük bir donanma kaybı değil, Doğu Akdeniz’de deniz üstünlüğünün fiilen kaybedilmesi anlamına gelir. Donanmanın devre dışı kalması, Mora ve adalar üzerindeki Osmanlı baskısını zayıflatır; isyancı güçlerin deniz üzerinden ikmal ve destek alması kolaylaşır. Bu askerî tablo, diplomasi masasında Yunan lehine yürüyen süreci hızlandırır ve Yunanistan’ın bağımsızlığına giden yolu açan başlıca etkenlerden biri hâline gelir. Dolayısıyla Yunan İsyanı, hem kara hem deniz cephelerinde yürüyen, deniz üstünlüğünün el değiştirmesiyle sonucu belirginleşen bir savaş olarak değerlendirilir.
Yunan İsyanı, yalnızca siyasi haritayı değiştiren bir olay değil, imparatorluğun farklı sosyal sınıflarını doğrudan etkileyen, hayatların akışını bozan ve yeni güç odakları ortaya çıkaran uzun bir sarsıntı olarak öne çıkar. Rum/Yunan toplulukları içinde köylü, tüccar, din adamı ve askerî önderler bu süreçten farklı yönlerde etkilenir. Osmanlı tebaası olan Müslüman ahali açısından ise isyan, çoğu yerde doğrudan can kaybı, zorunlu göç ve ekonomik çöküş anlamına gelir.
Yunan İsyanı, Rum/Yunan toplulukları içinde farklı sosyal sınıfların beklentilerini ve konumlarını dönüştüren bir süreçtir. Rum/Yunan köylü kesimi için isyan, ağır vergi yükünden ve yerel idarenin baskısından kurtulma, toprağa daha serbest biçimde sahip olma ve “özgür köylü” statüsüne yükselme umudu taşır. Fakat aynı zamanda savaş, tarım alanlarının tahribini, kıtlık ve yerinden edilmeyi de beraberinde getirir. Ortodoks din adamları isyan sürecinde cemaat yapılarının merkezine yerleşir. Vaaz, ayin ve cemaat örgütlenmesi üzerinden Ortodoks kimliği güçlendirilir ve bu, siyasal birlik fikriyle iç içe geçirilir. Tüccarlar ve gemi sahipleri, Avrupa ile önceden kurulmuş ticari bağları hem finansman hem de diplomatik temas için kullanır. Bu ağlar, isyancı tarafın dışarıdan kredi, silah ve lojistik destek bulmasında önemli rol oynar. Savaş sahasında öne çıkan yerel silahlı grup reisleri ve komutanlar ise, zamanla yalnızca askerî figür olmaktan çıkar, yeni kurulan düzen içinde siyasal otorite ve nüfuz sahibi aktörlere dönüşür.
Yunan İsyanı, imparatorluğun Müslüman tebaası içinse doğrudan bir güvenlik ve varlık krizine dönüşür. Osmanlı tarafında Müslüman köylü ve şehirli halk, özellikle Mora ve adalar hattında katliamlar, göç ve mal-mülk kaybıyla yüzleşir; güvenlik endişesi gündelik hayatı belirleyen ana unsur hâline gelir. Ticaret ve zanaatla uğraşan kesimler, Ege hattında deniz güvenliğinin bozulması ve şehirlerin tahribiyle ciddi gelir kaybına uğrar. Ulema sınıfı ve devlet yönetimi bu süreci imparatorluğun dağılma işareti olarak okur. Bu bağlamda isyan, her sınıfı farklı ölçekte sarsan ve kimseyi yerinde bırakmayan bir toplumsal kırılma niteliği taşır.
Yunan İsyanı, 1821’de başlayan çatışmaların ardından hem Osmanlı Devleti hem de bölge dengeleri üzerinde hızla hissedilen siyasi, askerî ve toplumsal sonuçlar doğurur. Bu kısa vadeli sonuçlar, imparatorluğun Balkanlar’daki hâkimiyetini sarsmış, Avrupa güçlerinin Doğu Akdeniz’e doğrudan müdahil olmasına yol açmış ve Yunanistan’ın bağımsızlığını mümkün kılan süreci hızlandırmıştır.
Yunan İsyanı’nın kısa vadeli sonuçları aşağıda listelenerek verilmiştir:
Yunan İsyanı, yalnızca 1821-1832 arasındaki askerî ve siyasi gelişmeleri değil, 19. yüzyıl boyunca Balkan coğrafyasını ve Avrupa siyasetini şekillendiren uzun vadeli sonuçlar üretir. İsyanla birlikte Yunan Krallığı’nın kurulması, Osmanlı Devleti’nin çok uluslu yapısında çözülmeyi hızlandırır. Balkan milliyetçiliği güç kazanır ve “Şark Meselesi”nin (Doğu Sorunu) uluslararası ölçekte belirginleştiği bir dönem başlar. Avrupa’da milliyetçi ideolojilerin yükselişi, Osmanlı iç dengelerinin değişmesi ve imparatorluğun reformlara yönelmesi, bu uzun vadeli sonuçların genel çerçevesini oluşturur.
Yunan İsyanı’nın uzun vadeli sonuçları aşağıda listelenerek verilmiştir:
Yunan İsyanı, gelecek nesiller için hem Balkanlar’da ulus-devletler çağını açan bir başlangıç, hem de Osmanlı dünyasında dağılma ve yeniden toparlanma tartışmalarını tetikleyen kalıcı bir dönüm noktası hâline gelir. Bu isyan Yunanistan’ı bölgedeki ilk bağımsız devlet olarak öne çıkarırken Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflama sürecini hızlandıran ve 19. yüzyılın jeopolitik dengelerini köklü biçimde değiştiren bir siyasal kırılma olarak geleceğe damga vurur.
Yunan İsyanı’nın gelecek kuşaklara bıraktığı miras, Yunan ve Osmanlı dünyasında farklı biçimlerde şekillenir. Yunan tarafında isyan, kurucu bir ulusal anlatının merkezine yerleşir. 25 Mart törenleri, okul kitapları ve kültürel üretim, bu süreci “ulusal kurtuluş” olarak kodlar. Missolonghi, Navarin ve Sakız gibi sahneler, özgürlük ve fedakârlık sembolleri hâline gelir. Avrupa’da ise Yunan isyanı, romantik milliyetçi söyleme canlı bir örnek sunar. Filhelenizm dalgası, başka halkların da “kendi devleti”ne sahip olması gerektiği fikrini besler ve Yunan davasını Avrupa kamuoyunda ahlaki bir mesele hâline getirir. Böylece isyan, yalnız Yunanistan’ın kuruluşunu değil, 19. yüzyıl boyunca güç kazanacak olan milliyetçi hareketlerin sembolik referanslarından birini oluşturur.
Yunan İsyanı’nın yarattığı sarsıntı Osmanlı-Türk tarafında bambaşka bir çizgide şekillenir. İsyan, imparatorluğun çok uluslu yapısının ne kadar kırılgan olduğunu gösteren bir uyarı işareti olarak hafızaya kazınır. Mora ve adalar hattında yaşanan katliamlar, göçler ve kayıplar, Osmanlı toplumunda güvenlik kaygısını derinleştirir. Devlet düzeyinde bu tecrübe, merkezileşme, yeni ordu düzeni ve idarî reformları bir tercih olmaktan çıkarıp zorunluluk hâline getirir. II. Mahmud döneminden Tanzimat’a uzanan çizgi bu baskı altında şekillenir. Uzun vadede Yunan İsyanı, bir yanda Yunan ulusal kimliğinin temel taşlarından biri, diğer yanda Osmanlı’nın çözülme ve modernleşme hikâyesinin dönüm noktalarından biri olarak sonraki kuşakların tarih algısını belirleyen çift yönlü bir miras bırakır.