Büyülü mısraların kurucusu Cahit Zarifoğlu’dan İstiklal Marşı’mızın şairi Mehmet Akif Ersoy’a, şiir üslubuyla etkileyen İsmet Özel’den naif şiirlerin mucidi Sezai Karakoç’a kadar birçok değerli şairimizi bu yazıda sizin için şiirleriyle birlikte anıyoruz. Cahit Zarifoğlu’nun Yedi Güzel Adam şiirinden yola çıkarak hazırladığımız bu yazımızda ortak meseleleri olan, şiir duyguları benzeşen Türk edebiyatının 10 değerli şairini ve onların dillere pelesenk, yüreklere ilham olan şiirlerini anıyoruz.
İşte siz edebiyatseverler için BKM Blog’dan değerli şairlerimize saygı duruşu niteliğinde şiir dolu bir anma:
1- Mehmet Akif Ersoy – Çanakkale Şehitlerine
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- "bu: bir Avrupalı! "
Dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer. (1)
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da, (2)
Ostralya'yla berâber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâ'ûna da züldür bu rezîl istîlâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise, hakkıyle sefîl,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel'undaki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat îman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te'sis-i İlâhî o metîn istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki'-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun'-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedî serhaddi;
"O benim sun'-i bedî'im, onu çiğnetme" dedi.
Âsım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, (3)
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd'i...
Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"Gömelim gel seni târîhe" desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
"Bu, taşındır" diyerek Kâ'be'yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan, (4)
Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn'i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslâm'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.
2- Sezai Karakoç – Mona Roza
Mona Roza, siyah güller, ak güller
Geyvenin gülleri ve beyaz yatak
Kanadi kirik kus merhamet ister
Ah, senin yüzünden kana batacak
Mona Roza siyah güller, ak güller
Ulur aya karsi kirli çakallar
Ürkek ürkek bakar tavsanlar daga
Mona Roza, bugün bende bir hal var
Yagmur igri igri düser topraga
Ulur aya karsi kirli çakallar
Açma pencereni perdeleri çek
Mona Roza seni görmemeliyim
Bir bakisin ölmem için yetecek
Anla Mona Roza, ben bir deliyim
Acma pencereni perdeleri çek..
Zeytin agaçlari sögüt gölgesi
Bende çikar günes aydinliga
Bir nisan yüzügü, bir kapi sesi
Seni hatirlatiyor her zaman bana
Zeytin agaclari, sögüt gölgesi
Zambaklar en issiz yerlerde açar
Ve vardir her vahsi çiçekte gurur
Bir mumun ardinda bekleyen rüzgar
Isiksiz ruhumu sallar da durur
Zambaklar en issiz yerlerde acar
Ellerin ellerin ve parmaklarin
Bir nar çiçegini eziyor gibi
Ellerinden belli oluyor bir kadin
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin ellerin ve parmaklarin
Zaman ne de cabuk geciyor Mona
Saat onikidir söndü lambalar
Uyu da turnalar girsin rüyana
Bakma tuhaf tuhaf göge bu kadar
Zaman ne de çabuk geciyor Mona
Aksamlari gelir incir kuslari
Konar bahcenin incirlerine
Kiminin rengi ak, kimisi sari
Ahhh! beni vursalar bir kus yerine
Aksamlari gelir incir kuslari
Ki ben Mona Roza bulurum seni
Incir kuslarinin bakislarinda
Hayatla doldurur bu bos yelkeni
O masum bakislar su kenarinda
Ki ben Mona Roza bulurum seni
Kirgin kirgin bakma yüzüme Roza
Henuz dinlemedin benden türküler
Benim askim sigmaz öyle her saza
En güzel sarkiyi bir kursun söyler
Kirgin kirgin bakma yüzüme Roza
Artik inan bana muhacir kizi
Dinle ve kabul et itirafimi
Bir soguk, bir garip, bir mavi sizi
Alev alev sardi her tarafimi
Artik inan bana muhacir kizi
Yagmurlardan sonra büyürmüs basak
Meyvalar sabirla olgunlasirmis
Birgün gözlerimin ta içine bak
Anlarsin ölüler niçin yasarmis
Yagmulardan sonra büyürmüs basak
Altin bilezikler o kokulu ten
Cevap versin bu kanli kus tüyüne
Bir tüy ki can verir bir gülümsesen
Bir tüy ki kapali gece güne
Altin bilezikler o kokulu ten
Mona Roza siyah güller, ak güller
Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak
Kanadi kirik kus merhamet ister
Aaahhh! senin yüzünden kana batacak!
Mona Roza siyah güller, ak güller
3- Necip Fazıl Kısakürek – Kaldırımlar
Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.
Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.
İçimde damla damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler...
Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;
Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.
Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.
Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!
Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;
İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.
Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;
Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler.
Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.
Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,
Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi...
II
Başını bir gayeye satmış bir kahraman gibi,
Etinle, kemiğinle, sokakların malısın!
Kurulup şiltesine bir tahtaravan gibi,
Sonsuz mesafelerin üstünden aşmalısın!
Fahişe yataklardan kaçtığın günden beri,
Erimiş ruhlarınız bir derdin potasında.
Senin gölgeni içmiş, onun gözbebekleri;
Onun taşı erimiş, senin kafatasında.
İkinizin de ne eş, ne arkadaşınız var;
Sükût gibi münzevî, çığlık gibi hürsünüz.
Dünyada taşınacak bir kuru başınız var;
Onu da, hangi diyar olsa götürürsünüz.
Yağız atlı süvari, koştur, atını, koştur!
Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları.
Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur...
Ne senin anladığın kadar, kaldırımları...
III
Bir esmer kadındır ki, kaldırımlarda gece,
Vecd içinde başı dik, hayalini sürükler.
Simsiyah gözlerine, bir ân, gözüm değince,
Yolumu bekleyen genç, haydi düş peşime der.
Ondan bir temas gibi rüzgâr beni bürür de,
Tutmak, tutmak isterim, onu göğsüme alıp.
Bir türlü yetişemem, fecre kadar yürür de,
Heyhat, o bir ince ruh, bense etten bir kalıp.
Arkamdan bir kahkaha duysam yaralanırım;
Onu bir başkasına râm oluyor sanırım,
Görsem pencerelerde soyunan bir karaltı.
Varsın, bugün bir acı duymasın gözyaşımdan;
Bana rahat bir döşek serince yerin altı,
Bilirim, kalkmayacak, bir yâr gibi başımdan...
4- Nuri Pakdil – Araf
Geliyor üstümüze bir yakup titremesi
Değişimin belirtisi şapkanın ironisi
Kutlu öğleüstü ve akşam üstü
Özellikle şimdi akşam üstü
Hiç eskimiyor ortadoğuda zaman
Çünkü en verimli bir alçı
Dinç vakur sade genç elleri
Belirledi açıkça kutsal kitapta bütün kelimeleri
Sözü alıp bindi sağlam at gibi üstüne
Ömrümüzün orağı gamı alıp kırdı
Ölümse sabırlı bir hüma kuşu
Hannâne direği ölçüledi varoluşu
Denizi bir solukta içtim de
Tuz ve toprak kaldı geride
İştahlıyım bağımsızlığa savaşa özgürlüğe
Bu ilkeler her ülkede girecek yürürlüğe
II
Konuşma sırası geldi mi bana anne
Ortadoğu çocuğu değil miyim anne
Düşünüyorum o halde savaşacağım anne
Damarlarım uzadı
Ak bir kımıltı kapladı petrol damarlarını
Ülkem boru
Savaş benim arkadaşım anne
Durmadan mukavemet anıtları dikiyoruz her
Santimetre karesine ortadoğunun
Bölünemez ortadoğu
Sınır
Taşlarıyla
Çoğuz
Biz
Anne
Çevremde
Muştu dağıtan
Kesiksiz artan
Her çocuk
Bir komutan
Parmaklarımız kabardı bir geyik karnı oluverdi
İleride görüyoruz putu kıran ibrahimi
Bizi yanına çağıran ibrahimi
Bizi özgür eden
Putu kıran özgür eden
Hep o ateşte yanmayan güçlü ibrahim
Çoğaldılar
Birbirlerine destek olup
Daha çoğaldılar
O
Sesin
Yankısını
Betondan sağlam
Bastırdılar göğüslerine
Yeni bir eylem yüklediler
Kelimelerine bile
/Gözlerin şiirin ekmeği gibi
Geliyor eylemin bitiştiğinde
Ey sevdanın has buğdayı/
Damladı yere
Bir damla yağmur
Bir damla eylem
Bir damla yağmur
Bir damla eylem
III-A
Ahbes a commencé de nouveau à s’enfoncer
Dans une fonderie en pierre de l’absurdité
Pendant cette année et bien cet été
Notamment dans les universités
Profondément
Rapidement
Absolument
Et voilà
Un crime et chàtiment
– İdole se trouver devant vérité
– Bien sür impossibilité
III-B
Yani içinde tarihin dolaşıyor bir sarı kedi
Yani bir batı kedisi
Kafka dağı ve kamünün sisif efsanesi
Önemli değil aşılacak kaf dağı unutma bu sesi
Ve bağdat ve kufe ve trablusgarp ve ürdün
Daha dün biraz erzurum biraz maraş biraz istanbul
Kutlu bir el bağlamıştı kentleri birbirine
Evreni kaplayan bir iple
Bir sara çarpmışlığı bulaştıysa da
Cinler oturup beş taş oynadıysa da
Evreni bir ev yapan bir düşüncenin
Çevresinde toplandılar ortadoğu oğulları
Deniz kabardı ve silindi soluğu önünde yiğidin
Dağlar geriye geriye çekildi soluğu önünde yiğidin
Değişti at mitralyöze sokaklarında ortadoğunun
Ve deve her eve sevinç taşıdı durmadan onurla
IV
Zekâtla hac önderliğinde namazın
Başlattılar eylemini çağımızın
Bir mutlu akımla aydınlattılar evleri
Parmaklarım sürekli yeni bir devrimi getiriyor
Soluğumuz şandır
Güneş devrimci soluğundan daha sıcak değil
Tüm yasalarda yazılı varoluş ayetleri
Görüyorum iki bin yıl öncesiyle iki bin yıl sonrasını
Duydum çalışanın kıvançlı sağlam
İnançlı yürek sesini toprakta
5- Cahit Zarifoğlu – Sevmek De Yorulur
Bir adam bir kadın var içimde iyice anladım
Bana bunu sessizce anlatıyorlardı
Bir yerde onların yönlerinden
Alımlı bir zarf katlanmıştı uzaktaki
Bulvarların geceye vurdukları
Çağırmasız kır günlerini zararsız akrepleri
Uzunlamasına yaşayıp yatay bir çocukla kalkan
Bir sürü alışkanlıklar taşıyan
İnsanlığımızı gülüşü yalnızlar çarşısında
Çağrılmış gümüş seslerini aynadaki yüzlerin
Başkası sevsin diye en seçkin yerine
Bir şal gezdirirdi
İnsanlığımıza bir şey getirirdi yalnızlarla
Bir sen varsın hep saçların ağzın
Bir merdiven hücresinde
Uzak çağrışımlarla koşardın ya bensem
Seni sonsuz gelişinle
Saçından tanıyor gülüşünden kaçıyor
Eğilip başını içlerimden geçtiğin zaman
Uzağa bir yolcuya karşı çıkar gibi
Artık gecikmiş alışıldığım gidişinle
Davranılmaz üstünde durulmaz
Hiçbir tüfeğe gelmez bir kekliksem
Yüzün soygundan geçmiş öyle bir yerde
Durmuş ki bakışın boynun bozgun
Üstünden bir nehir geçer gibi
Ya gecedir ondan ya bulanık sudan
Bir hasta gibi ağrımaktasın
Gelişini aldım onu nasıl harcadım
Denizden bunalıp okyanusa
Selâm çakan vapurun
Sevindik adımına birden parka çekildik
Ve birden nasıl bayram bıyıklı
Bir yaylım herkesin yaydığı bir merhabayla
Eğip başını içlerimden gittiğin zaman
Uzağa bir yolcuya çıkar gibi
Selini üstüme çektin önce
Camdan bir mektup dolabının
Üstüste sayısız koridorunu yüzüme yakın
Başını duvara değdirmiş bir benzetişle
Josef ka benzeri bir bakışındı
Ya da konuşmayı kesip aman sen
Öyle bir gittin ki benimle
Piknik beni sana verdi önce
Gelişen güneş yalnızlıktan bir göze
Eski ellerin
Ve çağlarınla bir şeye uzanmış etin
Ve hançerinle zamana saf durmuş
Son gidişindir bu
Bunların hepsi beni çağırıyorlar sevinçlerimden
Biri denizdir uzun boylu gürültüsüyle
Zaten hangisi kavak zürafası değil
Biri bütün yan odaları bekler
Kuşkulu geçer camlardan
Ve bırakır yerini bir koridor bekçisine
Haydi sen bütün onlara git benimle
Son sigaramdın
Gidişin antinikotin
Birden bir şey mutlu eşit piyano çalıyor
Elleri iki çeşit durgun
Gerçi çıkmıyor gelenlerin karanlığa duranların
Suya inen sesleri
Tam şimdi denizinle
Bir çakıl taşına yaklaşıyor
Kuma çok yakın bütün kesitlerinle
Bakıyor ve bunalıyorsun
Tam şimdi ipe koşan
Beni elleriyle alkışlayan
Ağrıyan bir gün geliyor
6- Yahya Kemal Beyatlı – Akıncılar
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik
Haykırdı ak tolgalı beylerbeyi "ilerle"
Bir yaz günü geçtik tunadan kafilelerle
Şimşek gibi atıldık bir semte yedi koldan
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan
Bir gün yine doludizgin atlarımızla
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla
Cennette bu gün gülleri açmış görürüzde
Hala o kızıl hatıra gitmez gözümüzde
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik
7- İsmet Özel – Amentu
İnsan
Eşref-i mahlûkattır derdi babam
Bu sözün sözler içinde bir yeri vardı
Ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman
Bu söz asıl anlamını kavradı
Geçti çıvgınların, çıbanların, reklamların arasından
Geçti tarih denilen tamahkâr tüccarı
Kararmış rakamların yarıklarından sızarak
Bu söz yüreğime kadar alçaldı
Damar kesildi, kandır akacak
Ama kan kesilince damardan sıcak
Sımsıcak kelimeler boşandı
Aşk için karnıma ve göğsüme
Ölüm için yüreğime sürdüğüm eczâ uçtu birden
Aşk ve ölüm bana yeniden
Su ve ateş ve toprak
Yeniden yorumlandı.
Dilce susup
Bedence konuşulan bir çağda
Biliyorum kolay anlaşılmayacak
Kanatları kara fücur çiçekleri açmış olan dünyanın
Yanık yağda boğulan yapıların arasında
Delirmek hakkını elde bulundurmak
Rahma çağdaş terimlerle yanaşmak için
Bana deha değil
Belgeler gerekli
Kanıtlar, ifadeler, resmi mühür ve imza
Gençken
Peşpeşe kaç gece yıllarca
Acıyan, yumuşak yerlerime yaslanıp uçardım
Bilmezdim neden bazı saatler
Alaturka vakitlere ayarlı
Neden karpuz sergilerinde lüküs yanar
Yazgı desem
Kötü bir şey dokunmuş olurdu sanki dudaklarıma
Tokat
Aklıma bile gelmezdi
Babam onbeşli olmasa.
Meyan kökü kazarmış babam kırlarda
Ben o yaşta koltuğumda kitaplar
İşaret parmağımda zincir, cebimde sedef çakı
Cebimde kırlangıçlar çılgınlık sayfaları
Kafamda yasak düşünceler, Gide mesela.
Kar yağarken kirlenen bir şeydi benim yüzüm
Her sevinç nöbetinde kusmak sunuldu bana
Gecenin anlamı tıkansın diye ıslık çalar
Resimli bir kitaptan çalardım hayatımı
Oysa hergün
Merkep kiralayıp da kazılan kökleri
Forbes firmasına satan babamdı.
Budur
İşte bir daha korkmamak için korkmaz görünen korku
İşte şehirleri bayındır gösteren yalan
İşte mevsimlerin değiştiği yerde buharlaşan
Kelepçeler, sürgünler, gençlik acılarıyla
Güç bela kurduğum cümle işte bu;
Ten kaygusu yüklü ağır bir haç taşımaktan
Tenimin olanca ağırlığı yok oldu.
Solgun evler, ölü bir dağ, iyice solmuş dudak
Bile bir bir çınlayan
İhtilal haberidir
Ve gecenin gümüş ipliklerden işlenmiş oluşu
Nisan ayları gelince vücudu hafifletir
Şahlanan grevler içinde kahkahalarım küstah
Bakışlarım beyaz bulutlara karşı obur
Marşlara ayarlanmak hevesindeki sesim
Gider şehre ve şaraba yaltaklanarak
Biraz ağlayabilmek için
Fotoğraflar çektirir
Babam
Seferberlikte mekkâredir.
İnsanın
Gölgesiyle tanımlandığı bir çağda
Marşlara düşer belki birkaç şey açıklamak
Belki ruhların gölgesi
Düşer de marşlara
Mümkün olur babamı
Varlık sancısıyla çağırmak:
Ezan sesi duyulmuyor
Haç dikilmiş minbere
Kâfir Yunan bayrak asmış
Camilere, her yere
Öyle ise gel kardeşim
Hep verelim elele
Patlatalım bombaları
Çanlar sussun her yerde
Çanlar sustu ve fakat
Binlerce yılın yabancısı bir ses
Değdi minarelere:Tanrı uludur Tanrı uludur
Polistir babam
Cumhuriyetin bir kuludur
Bense
Anlamış değilim böyle maceralardan
Ne Godiva geçer yoldan, ne bir kimse kör olur
Yalnız
Coşkunluğu karşısında içlendiğim şadırvan
Nüfus cüzdanımda tuhaf
Ekmek damgası durur
Benim işim bulutlar arşınlamak gün boyu
Etin ıslak tadına doğru
Yavaş yavaş uyanmak
Çocuk kemiklerinden yelkenler yapıp
Hırsız cenazelerine bine bine
Temiz döşeklerin ürpertisinden çeşme
Korkak dualarından cibinlikler kurarak
Dokunduğum banknotlardan tiksinmeyi itiraz
Nakışsız yaşamakları
Slâhlanmak sanarak
Çıkardım
Boğaza tıkanan lokmanın hartasını
Çıkınımda güneşler halka dağıtmak için
Halkı suvarmak bin saçlarımda bin ırmak
Ihtırdım caddeleri meğer ki mezarlarmış
Hazırmış zaten duvar sıkılmış bir yumruğa
Fly Pan-Am
Drink Coca-Cola
Tutun ve yüzleştirin hayatları
Biri kör batakların çırpınışında kutsal
Biri serkeş ama oldukça da haklı.
Ölümler
Ölümlere ulanmakta ustadır
Hayatsa bir başka hayata karşı.
Orada
Aşk ve çocuk
Birbirine katışmaz
Nasıl katışmıyorsa başaklara ağustos sıcağı
Kendi tehlikesi peşinden gider insan
Putların dahi damarından
Aktığı güne kadar
Sürdürür yorucu kovalamacayı.
Hanidir görklü dünya dünyalar içre doğan?
Nerde, hangi yöremizde zihnin
Tunç surlardan berkitilmiş ülkesi
Ağzı bayat suyla çalkanmış çocuğa rahim olan
Parti broşürleri yoksa kafiyeler mi?
Hangi cisimdir açıkça bilmek isterim
Takvim yapraklarının arasını dolduran
Nedir o katı şey
Ki gücü
Gönlün dağdağasını durultacak?
Hayat
Dört şeyle kaimdir, derdi babam
Su ve ateş ve toprak.
Ve rüzgâr.
Ona kendimi sonradan ben ekledim
Pişirilmiş çamurun zifiri korkusunu
Ham yüreğin pütürlerini geçtim
Gövdemi alemlere zerkederek
Varoldum kayrasıyla Varedenin
Eşref-i mahlûkat
Nedir bildim.
8- Erdem Bayazıt – Aşk Risalesi
Ama sen uzaklardaydın ey kalbim
Uzaklardaydın, sevdiğim uzaklardaydı
Ayın yıldızların çağlayarak
Berrak şelaler yaparak
Coşku içinde aktığı
Bir yerlerdeydi.
Hani bir gün bir çobana rastlamıştık
Adı Ferhat mıydı neydi
Koyunların, kuşların, böceklerin ve çiçeklerin
Sadakatten mest oldukları
Herbirinin gözlerinde
Kaybolur gibi kayar gibi
Dalıp gittiğimiz o saadet evreni
Kayaların yüzlerinden okuduğumuz o ebedi bilinç
Bizi çekip almıştı kılcal damarlarımızdan
Yaslan göğsüme sevdiğim
Benim gönlüm gök gibidir açık deniz gibidir
Pas tutmaz benim içim yeryüzü gibidir
Toprak gibidir
Sen ki bulut gibisin
Ay gibisin güneş gibi bazen
Usul usul inen
Yağmur tıpırtılarını
Dinler gibi
Dalıp gitmiştik
Sen konuşuyordun
İpil ipil yağan bir yağmur gibi konuşuyordun
Onlar ki konuklarımızdı
Adları Keremdi,Yusuftu, Kaystı
Hepside ezelden tanıdıktı dosttu.
9- Alaaddin Özdenören – Güneş Donanması
Melon şapkalı birtakım adamlar
Gördüler görülecek yerlerini kentin
Selâmladılar halkı saygıyla
Kavisler çizerek şapkalarıyla.
İşte o ilk sırada gördüm seni
Camlarına sinekler üşüşmüş bir kahveden
Oldukça uzun bir ekmek kuyruğunda
Sırtında yorgun bir yağmurluk
Ve bomboş gözlerle.
Geçerek aralarından
Üç aşağı beş yukarı dolaşan
Havai bahriyelilerin
Sana geldim.
Ekmekle makyaj arasındaki farkı düşündük seninle
Ve çok eskiyi.
Birlikte çiçek falına baktık
Çitlenbik kokulu yatakta
Kente giren ilk muhacir
Altın ışıklarıyla donanmış güneşin
Göğsünde iri bir gül
Bilinmez serüvenlere işaret.
Garson bir çay acele olsun
Cevap bekleyen biri var çünkü
Hangi sur taşının altında kimbilir
Emniyete alınmış yalnızlığıyla.
Bu kente bir tek kapıdan girilir
Sürünerek otlar boyu
Ölüm sularından içilir.
II
Haydi muhacir kalk
Önce gider susuzluğunu
Sonra sevgiyle uyandır çocukları
Yüzlerinde yeni haberler uçuşan.
Ve öğret onlara
Kelimelerin nasıl dizildiğini
Usta askerler gibi.
10- Mehmet Akif İnan - Zaman
Susarak anlattım bütün gizliyi
Sakladım duygumu ben konuşarak
Bir acı tarlası sessiz yüzünde
Aşkı yürürlüğe koyma savaşı
İçimde bir düzen kaynaşmaktadır
Büyük ve çekingen bakışlarından
En iyi anlatış artık susmaktır
Anladım bunu ben seni bilince
Gel denize yaslan yalnız denize
Sırrını denizler taşır insanın
Zaman bir hızdir ve yıldızdır akan
Esneyen günler ve gece üstünden
Bir uyku bölmezse anılarımı
Korkarım çıldırtır bu hayal beni
Gözlerin ne kadar İstanbul öyle
Sebiller uçuşur parmaklarında
Ortak günlerimiz tarih şöleni
Saçlarında sayfa sayfa güneşi
İçimde bir sergi var portrelerin
Hayalim heryerde kavrar gölgeni
Aşka ve tabiata ulaştır bizi
Gel kurtar bu şehrin gürültüsünden
Terketme n'olursun bir eşya gibi
Ölümsüz bir hasret yaşarken bende
Vurulmuş bir geyiktir sensiz zamanlar
İçimin ormanı bir yangın yeri
Bir uyku bölmezse anılarımı
Korkarım çıldırtır bu hayal beni
Istırap varoluş şartımız oldu
Esef etme yasım karaymış diye
Bir yanım vahşidir ürkütür seni
Aykırı düşerim sulhçulüğüne
Bir gün deli gibi sarsarak seni
Göklerin yolunu sorabilirim
Başımı taşlara vurabilirim
Aklımdan çıkarsa anılarımız
Paramparçayım sen onar beni
Topla aynalardan eski gölgemi
Göçebe ömrümü bağla zamana
Dağılsın içimin karıncaları
Bir uyku bölmezse anılarımı
Korkarım çıldırtır bu hayal beni